Tuesday, September 18, 2012

Assorted Links: Should GMOs be labeled?

Here is a Marginal Revolution post by Tyler Cowen, a professor  of economics at George Mason University, arguing against potential legal measures requiring labeling of GMOs. The argument is based on what he considers as the lack of evidence for GMOs' harmful effects and the evidence he cites for economic and environmental benefits. 

Tuesday, July 31, 2012

Devlet ve Birey Bir Zamanlar Anadolu'dayken

Teknik anlamda sinema sanatına çok vakıf olduğumu iddia edemem. Ama sinema oldukça ilgilendiğim ve en severek takip ettiğim sanat dalı. Bu yazıda son zamanlarda beni en çok etkileyen filmlerden birinden bahsedeceğim. Nuri Bilge (N. B.) Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da filminden. Bu yazı etraflı bir sinema eleştirisinden ziyade filmin bana çağrıştırdıkları üzerine bir deneme olacak. Birçok farklı eleştiri için yönetmenin sitesindeki bağlantıları deneyebilirsiniz.

Bu yazı filmi izlememiş olanlar için birçok spoiler içeriyor. Özellikle filmi izleme niyetiniz varsa bu paragrafı okumadan geçin derim. Filmi izlemiş olup da hatırlamayanlar için film hakkında genel bir bilgi vermek ve kısaca hikayeyi özetlemekte fayda var. N. B. Ceylan filmin senaryosunu Ercan Kesal ve Ebru Ceylan ile beraber yazmış. Mekan Kırıkkale'nin Keskin Kasabası civarı. Filmin açılış sahnesinde Yaşar (Erol Eraslan), Kenan (Fırat Tanış) ve Ramazan (Burhan Yıldız) hep beraber bir lastikçi dükkanında rakı eşliğinde muhabbet etmektedir. Bir sonraki sahnede kendimizi akşam vakti karanlık inmeye yakın, bir bozkırda, toprak bir yolun kenarındaki çeşme basında buluruz. Uzaktan parlayan farlarıyla üç araba bozkırın huzurlu sessizliğini delerek yaklaşmaktadır. Kenan, Yaşar'ı öldürdüğünü itiraf etmiştir. Dosyanın kapanması için meftanın gömüldüğü yerin tespit edilmesi ve ilgili tutanakların hazırlanması gerekmektedir. Filmin karakterlerini bir araya getiren bir gereklilik. Arabalar çeşmenin başında durur. Polis memurları şüphelilerle beraber arabadan inerler. Komiser Naci (Yılmaz Erdoğan) Kenan'a cesedin gömüldüğü yeri sorar. Kenan olay gecesi çok sarhoş olduğu için suç ortağı Ramazan ile beraber meftayı tam nereye götürdüklerini hatırlayamaz. Saatler ilerler ama cesedin yeri bir türlü tespit edilemez. Yorulan ekip geceyi geçirmek üzere yakındaki bir köye gider. Muhtarın (Ercan Kesal) güzel kızı Cemile'nin (Cansu Demirci) kahramanlarımıza çay ikram ettiği sahnede karakterlerle beraber biz de gerçekle rüya arasında bir yere yolculuk ederiz. Cemile tepsideki gaz lambasının ışığı altında adeta bir melek gibi görünür. Kıza uzun uzun bakan Kenan içindeki masum çocuğu hatırlar sanki. Zanlı bu anın tetiklemesiyle bir duygu boşalması yaşar ve cinayeti aydınlatacak itirafları yapmaya başlarç. Ertesi sabah gün ağarırken Yaşar'ın cesedi bulunur. Savcı olay yeri tutanağını dikte eder ve ardından meftayı kasabaya getirirler. Ölüm sebebini tespit etmek üzere otopsiye geçilir. Sahne alma sırası Doktor Cemal'e gelir. Yaşar'ın cesedi toprağın üzerinde açıkta bulunmuştur ama otopside diri diri gömüldüğü ve boğularak öldüğü anlaşılır. Peki Doktor Cemal bu bulguyu neden örtbas eder ki?

Görünürdeki öykünün kendisini fersah fersah aşan söylemsel bir zenginlik var Ceylan'ın filminde. Cinayet soruşturması boş bir sahnedir sadece; bu sahnede yaşananlar ise bizi insan doğasına, devlet-birey ilişkisine dair düşüncelere daldırır. Filme tematik olarak farklı boyutlardan yaklaşmak, değişik okumalar yapmak mümkün. Örneğin sinema tarihçisi Zahit Atam filmi "Anadolu insanının itiraflar sahnesi" şeklinde yorumluyor. Film bir bakıma Anadolu kasabasına tayini çıkmış veya kendini gönüllü sürgüne mahkum etmiş şehirli ve eğitimli elitin iç dünyasına bir yolculuk sunuyor bizlere. İdealist, doğrucu davut bir doktor ve onun ittirmesiyle yavaş yavaş eşinin intihar ettiğini, ve bunu aldatılmışlığın verdiği kırgınlıkla, sevgisiz bir ilişkiyi, mutsuz bir yaşantıyı sonlandırmak için yaptığını kendine itiraf eden Savcı Nusret'in dönüşümünü seyrederiz. Önceleri savcının geçmişte baktığı enteresan bir ölüm vakası olarak sunduğu hadisenin aslında eşinin intiharı olduğunu doktor zamanla farkeder ama farketmemiş gibi yapar. Savcı da bunu hisseder hissetmesine ama o da bilmemezlikten gelir. Filmin sonunda Freudyen bir dil sürçmesi savcının itirafa en yaklaştığı noktadır: "Karım... Kadınlar bazen çok acımasız olabiliyor doktor ya".

Film öte yandan devlet otoritesinin birey üzerindeki izdüşümünü gösterir seyirciye. Devleti anlamanın en iyi yolu onu bir cinayeti aydınlatırken adım adım takip etmek olabilir mi? Neticede devasa bir çarkın küçük dişlileri bu süreçte bir araya gelir, hep beraber çalışır. Komiser ve diğer polis memurları şüphelileri yakalar, ifade alır, cesedi bulur. Savcı bulguları belgeler ve adli süreci yürütür. Cesedin incelenmesi ve ölüm sebebinin tescil edilmesi doktor ve otopsi uzmanının sorumluluğudur. Her biri sadece ölümlü bireyler değil aynı zamanda ölümsüz bir devletin ufak parçaları olarak çatışma halindedir birbiriyle.

Devletin savcısına, polis memuruna, jandarmasına, muhtarına veya doktoruna verdiği yetki ve sorumluluklar bu bireylerin hayatını, ilişkilerini nasıl koşullar, onların kimliğini nasıl belirler? Kırsalda devlet memuru olmak, memurlar arasındaki güç mücadelesi neye benzer bunları düşünürüz sürekli. Jandarma çavuşu Önder savcıya yaltaklanır yaltaklanmasına ama Komiser Naci'den rol kapmak için aramanın mücavir alanın dışına çıktığını ve jandarmanın yetki bölgesine kaydığını ima etmeden duramaz. Belli ki komiserin kendisine emir eri gibi davranmasına, kendisini aciz duruma düşürmesine içerlemiş, ona bir gol atmak istemiştir. Devletin işleyişine yön veren biraz da bu kişisel travmalardır. Manda yoğurdu hakkında yapılan gayet geyik bir tartışma bile bir şekilde güç ve statü mücadelesinin bir yansımasına dönüşür. Aynı sınıfın içinde mikro sınıfçıklara ayrılırız böylece. Bilinç düzeyinde pek de irdelemediğimiz ama hayatın özünde olan sınıfçıklara.

Anadolu insanı, köylüsüyle, kasabalısıyla devleti nasıl görür, onunla nasıl ilişki kurar? Filmi izlerken bu sorular da akla geliyor ister istemez. Otoriteye ne kadar yanaşabilirsen, ne kadar ona yaranabilirsen o kadar varsındır. Anadolu coğrafyası da bu konuda istisna değildir pek tabi. Adliyenin şoförü savcıyı gece konaklamak üzere kendi köyüne götürmenin mücadelesini verir. Köyde muhtarın kurdurduğu sofra ve ikramların ardından savcıdan köye morg yaptırmak için destek istemesine kimse şaşırmaz, kimse muhtarı terslemez. Seçilmişlerle atanmışların bu siyasi rant sisteminde yolları bu şekilde kesişir. Yer sofrasındayken bir anda elektrikler kesilir. Aslında köyde elektrikler sürekli kesilmektedir. Uzaktaki aileleri köye gelip cenazeleri kendileri defnedebilsin diye meftaları kokmadan muhafaza edebilmek adına morg yaptırmak isteyen muhtar, ironik bir şekilde elektrik kesintisinden şikayet etmez. "Rüzgardan bu...Gelir birazdan... Allah'ın takdiri" deyip geçer. Gerçek şudur ki bir sonraki seçimleri kazanabilmesi, yol, su elektrik gibi hizmetlerden ziyade morg yapılmasına bağlıdır.

Devlet mi bireyi şekillendirmiştir yoksa birey mi devlete dönüşmüştür? Bu ezeli etkileşimde hangisi öbürüne doğru evrilmiştir? Ceylan'ın devletin sadece naif ve masum yüzünü, Anadolu'nun kendine özgü hüznünü göstermeyi amaçladığını sanmıyorum. Film aynı zamanda devletin soğukluğunu ve otoritesini savcının duygusuz tutanakları üzerinden hissettirir. Savcı otopsi odasında cesedi teşhis eden kadının ağzından konuşur örneğin, kurulması gereken cümleleri o bilir. Savcı olmak öncelikle devletle devletin ağzından konuşmayı bilmek demektir. Bu noktada söylen(e)meyenleri de anlar ve gerektiği gibi formüle eder savcı. Bu anlamda ne savcının ne de doktorun yanında sıradan vatandaşın ne kendini temsil yetkisi (agency) ne de ifade gücü vardır.

Ceylan devletin umursamazlığını köylünün çaresizliğinde ve bürokrasinin köhnemişliğini memurun boşvermişliğinde gösterir seyirciye. Memur da vatandaş da sisteme hınç duymaktadır. Ama bu hınç ve sitem patolojik bir göstermelik saygı ile birarada barınabiliyor. İdealizm bu coğrafyaya yabancı bir kavram diye düşünmeden edemedim. İdealist gibi görünen Doktor Cemal (İstanbul'dan kalkıp Keskin Kasabası'na yerleşmiş) bile aslında varoluşsal sorunları yüzünden, eski hayatından kaçabilmek üzere oradadır. Kimse bürokratik prosedürleri sorgulamaz, sadece gereksiz teferruatların, angaryaların etrafından usulca dolanıveririz. Devletin savcısı bile "Usulen yemin yaptırıldı" diye tutanak düşse de yemin memin ile uğraşmaz. Sadece devletin merkezinden olan uzaklık değildir bunu gereksiz kılan. Daha çok devlet otoritesinin kusursuz temsili için gerekenlerin arazinin gerçekleri ile bir türlü örtüş(e)memesi sorunudur bu. Anlamsız kurallar silsilesinin etrafından dolaşmadığı taktirde savcının vatandaşın gözünde otorite olmasının imkansızlığıdır sebep.

Diğer bir tema da Anadolu'nun tutuculuğuna, bu coğrafyada üretilegelmiş mitlere, batıl inançlara kayıtsızlaşmış, mücadele etmeyi bırakmış bir bürokratik elitin varlığı. Cemal'e çorbacıda otururken kasaba ahalisinden bazılarının merhumun cinayetten sonra da etrafta dolaşırken görüldüğüne dair rivayetleri anlatırlar. Cemal bıkkın bir şekilde "Hiç olur mu öyle şey?" der. Cesedi görmüş olmasına rağmen daha fazla da üstelemez, ikna etmekle, kalıpları yıkmakla uğraşmaz. Sadece yadırgar. Anadolu insanını bizden ayıran bir uçurum yoktur halbuki. Neticede hepimiz kendi batıl inançlarımızı yaratırız, buna ihtiyacımız vardır. Örneğin Savcı Nusret karısının ölümünü tıpta aramaz. Alacağı cevaptan korktuğu için doğasüstü açıklamalara bel bağlar.

Devletin bahşettiği otorite kişisel hesaplaşmaların, rövanşların aracıdır aynı zamanda. Devletin mutsuz ve yalnız insanların hayatları üzerinden işlevsellik kazanmasına tanık oluruz. Doktor Cemal'in tıbbi konulardaki otoritesinin kendine vermiş olduğu zırhın arkasından savcıyı acı gerçeklerle yüzleştirmesinde sadist bir yan bulabiliriz örneğin. Nusret, Nusret olarak Cemal'e açılamadığı, onunla sıkıntısını paylaşamadığı gibi, Cemal'e Nusret olarak sitem de edemez. Ancak Savcı olarak Doktor'dan intikam alabilir. Doktorun öz temsil hakkını ihlal ederek onun ağzından "Bu bulgular ışığında klasik otopsiye gerek vardır dedi [doktor]" şeklinde tutanak düşer mesela. Bunun altında kalmadığını hissettirmek için "Kesinlikle" diye onaylar doktor. Halbuki pratiğe vakıftır. Savcının kendi onayına ihtiyacı olmadığını gayet iyi bilmektedir. Güç mücadelesi üstü kapalı olarak sürer. Doktorun çıkışı üzerine bir sessizlik olur. Savcı doktora tehditkarca bakar. Göz göze gelirler. Savcı bu çıkışa içerlediğini gizlemek için hafifçe tebessüm eder yine de. Doktor gözünü kaçırıverir sonunda. Savcı kendi otoritesini ve doktorun devlet hiyerarşisinde kendisinin altında durduğunu ona hatırlatmak istercesine "Doktor top sende. Ben kaçtım..." diyerek otopsi odasını terkeder. Aralarındaki o kırılgan gerilimli ilişkiyi koparıverir. Ürkekçe temas ederiz birbirimize ama yalnızızdır yine de. Yalnızlık bir kaderdir. Anadolu'da da.

Başta sorduğumuz soruya geri dönerek bitirelim: Doktor neden otopsiden çıkan gerçek ölüm sebebini gizlemeye karar veriyor? Cevap hangi otopsiden bahsettiğimize bağlı belki de. Daha doğrudan sorarsak doktor kimin otopsisini yapıyor orada? Sadece hunharca diri diri gömülen Yaşar'ın otopsisi mi söz konusu olan? Doktor Cemal, Yaşar'ın dul kalan genç eşine duyduğu zafiyet yüzünden mi acı gerçekleri saklama yoluna gidiyor? Herşey genç kadını daha fazla üzmemek, çocuğu ile ortada kalan kadına bir darbe daha vurmamak için mi? Doktorun zihnindeki otopsi masasına yatan biri daha var belki de. Yaşar'ın ölümü hakkındaki gerçeklerle beraber savcının eşinin intihar ettiği gerçeği de su yüzüne çıkıyor sanki. Doktor acaba savcıya yaşattıklarının pişmanlığı içinde gerçekleri gözardı etmeyi mi seçiyor bu sefer? Akciğerlerde toprak tespit eden otopsi teknisyeni Şakir "diri diri gömmüş olmasınlar yahu" diye sorar. Doktor Cemal uzunca düşünür ve sonra "Yok, yok öyle bir şey değil o da ...  Şöyle yazalım onu..." diye başlar ve bu bulgudan bahsetmeden geçiştiriverir. Şakir Yaşar'ın cesedini kesmeye devam eder ve bu esnada doktorun suratına kan sıçratır. İmalı bir şekilde "Hocam siz biraz geri çıkın isterseniz. Size de bulaşmasın" deyiverir. O da doktordan bir nevi intikam almakta olabilir mi? Ancak kendisi de suç ortağıdır artık, başka çaresi yoktur zaten ve bunu bilir. Kısa bir muhakemeden sonra ses çıkarmamaya karar verir. Doktor yüzünde kalan kan lekesini belki farketmemiştir belki de çoktan kabullenmiştir ve silmeye yeltenmez. Dalgın bir şekilde camdan çocuğuyla uzaklaşmakta olan genç kadına bakar uzun uzun. Arka fonda otopsinin alışılmış sesleri eşliğinde.

Friday, June 22, 2012

Keşke daha çok cezaevimiz olsa

Abdullah Öcalan'a "sayın" denmesi suç olmaktan çıkıyor. Radikal Gazetesi'nin haberinde bu konuda Bülent Arınç'ın yaptığı yorum şu şekilde:

“Terörist başı Abdullah Öcalan için (Sayın) ifadesinin kullanılmasını Yargıtay bugün verdiği bir kararla suç saymadığını ilan etti. Bundan 3-5 sene önce (Sayın) diyen için Yargıtay “suçu, suçluyu övmektir, dolayısıyla suçtur” diye karar verdi. Sonra aynı Yargıtay “suç sayılmaz” diye karar verdi. Şimdi artık neredeyse içtihadı birleştirme kararı gibi... Sadece “Sayın” ifadesinin kullanılması suç olmaz diye bir Yargıtay kararı var. Bu terörün övülmesi anlamına gelmez, terörist basının övülmesi anlamına da gelmez. Yargıtay kararında, bu “artık gelişigüzel kullanılan ifadedir” dedi. Anlayışla karşılamak gerekir. Beğenmeyebilirsiniz, eleştirebilirsiniz, ben de eleştirebilirim ama yargı kararı böyle diyorsa incelediği için böyle karar vermiştir... Artık siyasetçi de, sokaktaki insan da bu ifadeyi çokça kullanmaya başladı. Her (Sayın) diyeni “Gel bakalım” diyerek 1 sene içeri atarsanız Türkiye'de böyle bir cezaevi yok."

Cezaevlerinde yer kalmazmış. Ne kadar duygusuz bir açıklama. Hem de yeri geldiğinde en güzel şekilde duygulanan, yeri geldiğinde en birinci demokrat kesilen muhterem Arınç'tan. Arınç meseleyi devlet pragmatizmi ile açıklayarak bu kararın Kürt sorunu konusunda devletin içine düştüğü çıkmazı inkar ediyor. Sanki devletin daha çok cezaevi olsaydı Öcalan'a "sayın" demenin suç olması kabul edilebilir olacakmış gibi. Sanki yeterince kişi bu veya başka bir ifadeyi kullanınca mucizevi bir şekilde bu ifadeler siyasi içeriğini kaybediveriyor ve hal böyle olunca devlet nezdinde de suç olmaktan çıkıyor. Hayır, tabiki de Arınç'ın bu saçma analizi su götürmez bir çarpıtma, geçmişte yapılan anti-demokratik uygulamaları inkar çabasından başka bir şey değil. Olan şu: Devlet kendi uyguladığı hukuksal şiddetin absürdlüğünü kabul etme noktasına gelmiştir. Bunun ise yaramadığını ve yarayamacağını görmüş ve geri adım atmıştır. Bir baskı politikasını daha iskartaya çıkarmış,  kepçeyle aldığını kaşıkla geri vermiştir. "Sayın Öcalan" diyenlere karşı açılan davaların cezai yaptırımla sonuçlanmaya devam etmesi halinde, özellikle bugünkü konjonktürde halkın vicdanında açılacak yaranın ve buradan doğacak tepkinin kendisinden korkmuştur daha çok. Netice olarak olumludur o ayrı.

Saturday, June 16, 2012

Psychology of irrational choices: Smart people are no less susceptible to common cognitive mistakes !

Here is an interesting New Yorker article on why sometimes ignorance is literally a bliss. Many years of research by psychologists and economists reveal interesting insights on how most of us make irrational choices. The more interesting punch line is that the more educated and intelligent crowd tend to err more when faced with questions which aim to test cognitive biases ! But why? One of the explanations offered in the article was that people who are more self-aware tend to use more introspection when evaluating their decisions/answers. As some researchers argue, many times introspection perpetuates the problem instead of remedying it because such self-analysis usually leads to elaborate justifications that are not relevant after all.

Yet I believe that sometimes it is not overconfidence but insufficient confidence that leads to wrong decisions. Educated people are more prone to doubt their own answers/solutions also when all it takes to make the right call is blind self-confidence, and not some elaborate deliberation that often increases uncertainty we perceive about the correct answer and leads us astray.

Monday, June 11, 2012

Kutuplaşan bir Toplumda Aydının Tarafsızlığı

Kutuplaşma tabiri aralarında derin fikir ayrılıkları olan az sayıda grubun toplumun hemen hemen tamamını temsil ettiği ve bu grupların benzer oranlarda toplumsal destek gördüğü durumları özetliyor. Türkiye uzun zamandır şu an olduğu kadar kutuplaşmamıştı. Toplumu AKP yandaşları ve AKP muhalifleri, Türkler ve Kürtler, ulusalcılar ve ulusalcı olmayanlar gibi kısmen birbiriyle örtüşebilen farklı karşıtlıklara ayırmak mümkün. Tüm bu karşıtlıkların ortak noktası karşılıklı güvensizlik ve bunun beslediği önyargı, bireylerin kendilerini ve birbirlerini bu karşıtlıkların iki ucundan birinde -yani kutuplarda- konumlama eğilimi ve iki kutbun ortasında yer alan tarafsızların çok ufak bir azınlık olması.

Toplumsal kutuplaşmanın derinleşmesinde medyanın, özellikle de bazı gazetecilerin ve fikir önderlerinin yazıp söylediklerinin rolü yadsınamaz. Bu yazıda ben nedenselliğin diğer yönüne dair bir tespit yapmaya calışacağım. Yani yazarın ve aydının söylemlerininin kutuplaşmadan nasıl etkilenebileceğini tartışacağım. Ama önce kutuplaşmış bir toplumda yazarın ikilemini görmek adına yakın zamanda yaşanan bir tartışmaya değinelim.

 Aydının İkilemi:

Taraf Gazetesi yazarı Vahap Coşkun 2 Nisan 2012 tarihli yazısında AKP'nin Kürt sorununa dair mevcut politikasını üç ana başlık altında eleştiriyor. İlk olarak AKP'nin Kürt meselesinde gerekli adımları attığı savını, ardından da devletin PKK ile görüşmesinin toplumsal bir infiale sebep olacağı iddiasını çürütmeye çalışıyor. Son olarak da Kürtlerin PKK'ye verdiği desteğin korkudan kaynaklandığı ve örgüt pasifize edildiği taktirde Kürt halkının hükümetin çözüm planını destekleyeceği yönündeki varsayımın temelsiz olduğunu savunuyor.

Zaman Gazetesi yazarı Etyen Mahçupyan 18 Nisan 2012 tarihli yazısında Kürt sorunu hakkındaki bu üç varsayımın hatalı olduğunu kabul etse de, Çoşkun'un bu varsayımları, hükümetin genel ideolojik duruşu olarak yansıtmasını kategorik bir AKP karşıtlığı ve kronik bir AKP alerjisi olarak tanımlıyor. Kürt sorununda çıkmaza girilmesinin asıl nedeninin hükümetin çözüm çabalarında yalnız bırakılması olduğunu da ekliyor: "Hükümeti durduran asıl unsur, hangi siyasi adımı atacak olursa olsun bunun yükünü tek başına taşımak zorunda kalması ve bu durumun kendi aleyhine kullanılmasının çok kolay olmasıdır."

Vahap Coşkun 26 Nisan tarihli yorumu ile Mahçupyan'ın bu tespitine cevap veriyor. Önce hükümetin Kürt sorununa yaklaşırken bahsi geçen bu üç varsayımı büyük ölçüde sahiplendiğine dair somut örnekler veriyor. Ardından da kategorik olarak AKP karşıtlığı yapmadığını örnekler vererek savunuyor ve Mahçupyan'ın kendisini tarafgirlikle suçlamasının yersiz olduğunu ifade ediyor.

Vahap Coşkun'un bu güçlü savunmasının ardından Mahçupyan ister istemez eleştirisinin dozajını ve hedefini tekrardan ayarlamak zorunda hissediyor kendini. "Tarafgirlik Tuzağı" başlıklı yazısında Mahçupyan'ın özetle dediği şu: Hükümet ve hükümet yanlısı kesimde objektiflik algısı yaratamayan yazılar bu çevrelerce kaale alınmıyor ve "karşı tarafın sözcüsü gibi algılanan" yazarlar hükümetin politikalarına etki edemiyor. Mahçupyan'ın ifadesiyle: "Ancak eğer sözümüzün hükümete ulaşmasını istiyorsak, adil davranmak ve AKP'nin ikilemlerini, fikirsel arayışlarını da değerlendirmenin parçası kılmalıyız. Aksi halde sözümüz 'öteki cenahın' psikolojik beslenmesi için söylenmiş gibi algılanır ve boşa gider."

Yani Mahçupyan, Coşkun ve benzeri yazarlara yazı yazarken daha pragmatik davranmalarını salık veriyor: "Unutmayalım ki derdimiz öncelikle hükümetin doğru davranması ise bizim de onları eleştirirken 'doğru' davranmamız gerekir." (Yan not: Mahçupyan bu tavsiye ile kendi yazılarının tam da bu tarz bir pragmatizmden beslendiği mesajını da veriyor olsa gerek.)

Belki kendisi farkında değil ama Mahçupyan tartışmanın başında Coşkun'u tarafgirlikle, objektif olmamakla suçlarken tartışmanın sonuna geldiğimizde onu AKP'nin suyuna gitmemekle eleştirmeye başlıyor. Ne kastettiğimi biraz daha açayım. Mahçupyan'ın son yazısının başlığına bakan biri yazarın tarafgirliği eleştirdiğini zannedebilir ama aslında eleştirdiği Coşkun'un AKP ve onu destekleyen kitlenin gözünde objektif olarak algılanmadığı, bu algıyı yaratmakla ilgilenmemesi. İnançların veya siyasi görüşlerin kutuplaşmış olduğu bir toplumda objektif olarak algılanmak için objektif olmak değil, iki farklı kutbu (grubu) objektif olduğunuza  inandırmak zorundasınız. (Not: Objektif olmak tabiri sizleri yanıltmasın. Objektiflikten kastım herhangi bir tartışmada yer alırken aidiyet hissettiğimiz tarafın çıkarlarından tamamen bağımsız olarak düşündüğümüzü söylemek. Objektif yerine tarafsız ve dürüst de diyebilirsiniz.)

Kutuplaşma ve Aydın'ın Söylemi:

Kutuplaşmış bir toplumda bir aydının, bir gazetecinin, iki karşıt grup tarafından da objektif olarak algılanması pek de mümkün olmuyor. Sorun, bu iki kampın "tarafsız fikir" veya "objektif yazar" tanımlarının örtüşmüyor oluşu. Aşağıdaki iki figür bu sorunu basitçe tasvir ediyor. Herhangi bir konuda (örneğin Kürt meselesi) bir aydının yazılarında veya söylemlerinde alabileceği pozisyonları aşağıdaki gibi tek boyutlu bir skala ile ifade edelim. Sağa doğru gittikçe hükümeti onaylayıcı, sola gittikçe de AKP'yi eleştiren bir tutum söz konusu olsun.  İlk figürde O-noktası AKP ve yandaşlarının algısında tarafsız birinin pozisyonunu temsil etsin. Yani toplumsal kutuplaşma o derece yüksek olsun ki hükümetin Kürt politikasına nötr kalan bir yazar (diyelim skalanın ortasında yer alan görüşünü olduğu gibi yazan bir aydın) muhalefetin tarafında yer almakla suçlansın.






-->
Benzer şekilde, hemen onun aşağısında yer alan ikinci skaladaki O-noktası ise AKP'ye mualif olan güruhun "tarafsızlık noktası" olsun. Böylece AKP destekçileri tarafından karşı tarafın adamı olarak algılanan deminki yazar muhalefet tarafından ise AKP yandaşı olmakla itham edilmekte. Bu durum Vahap Çoşkun'un "AKP'yi eleştirdiğimde AKP'liler, BDP'yi ve PKK'yi eleştirdiğimde ise BDP ve PKK'liler tarafından 'karşı tarafın bir parçası' olduğum söylendi/söyleniyor." şeklindeki sitemine tekabül ediyor. Bu noktada yazar için bir ikilem ortaya çıkıyor. Doğru bildiğini söyleyip her iki köyden de kovulmak mı, yoksa idealizmden ödün verme pahasına bir taraf seçip söylemiyle o tarafa yaranmak mı?

Mahçupyan için yazarın yapması gereken çok basit. Tavsiye ettiği şey AKP yandaşlarının algısında tarafsızmış gibi gözükmek. Yani objektif görüşün ortada bile olsa söylemlerinde AKP'nin kafasındaki O-noktasına olabildiğince yakın kal diyor. Tamamen idealist bir aydın tanımına göre ise tek önemli olan doğru bildiğini söylemek. Birçok yazar için ise karar alma süreci muhtemelen daha karmaşık. Yazar kısmen iktidar tarafından ciddiye alınmak isterken, aynı zamanda düşündükleriyle yazdıklarının az çok birbirini tutmasını, yani objektif olmayı da arzu edebilir. Bir yandan iktidar yandaşlığının ona sağlayabileceği maddi ve manevi imtiyazları önemserken bir yandan da iktidar karşıtı grubun kendisi hakkındaki düşüncelerine de değer veriyor olabilir. Bu amaçlar çoğu zaman, ve özellikle toplumsal kamplaşmanın keskin olduğu durumlarda, birbiriyle çelişiyor.

Peki kutuplaşmanın derecesi arttıkça, yani yukarıdaki figürlerde yer alan O-noktalarının arası açıldıkça yazarların ve fikir önderlerinin söylemleri nasıl şekillenebilir? Mahçupyan gibi pragmatizme önem verenler veya AKP yandaşı basın için kalem oynatanlar için kutuplaşmanın artması söylemlerdeki taraflılığı AKP lehine artıracaktır. Bir diğer değişle aydının söylemi yukarıdaki skalalarda ortada yer alan objektif görüş noktasının gitgide daha sağına kayacaktır [Not: Bu iddiayı basit bir matematiksel model ve akla yatkın birkaç varsayım ile ispatlamak mümkün]. AKP politikasına etki etmek veya iktidardan imtiyaz koparmaktan ziyade ne kadar muhalif durduğuna önem veren bir aydın veya kategorik olarak AKP'nin karşısında olmayı şiar edinmiş biri söz konusu ise yine öncekine benzer bir sonuç ortaya çıkıyor. Bu sefer de toplumsal kamplaşma ile beraber yazarın söylemi gitgide objektif noktanın daha soluna doğru kayma eğilimi gösterecektir. Sebebi basit. Kürt meselesinde bazı açılardan PKK'yı ve BDP'nin siyaset tarzını eleştirirken, bir yandan da hükümetin "öncelikli hedef PKK'yla askeri mücadele" düsturuna karşı çıkan (gerçek görüşü skalanın ortasına denk gelen) bir yazar, diyelim AKP tarafından ciddiye alınmak istiyor bu yüzden söyleminde PKK ve BDP eleştirisine daha çok ağırlık verip hükümete karşı eleştiri tonunu düşük tutuyor olsun. Bu yüzden muhalif çevrelerce eleştirilen yazar aynı zamanda AKP politikalarına etki etmek adına dürüstlükten de taviz vermek durumunda kalıyor.

AKP muhalifleri ile AKP yandaşları arasındaki ideolojik uçurum ve karşılıklı önyargıların artması AKP karşıtlarının algısındaki tarafsızlık noktasının sola, AKP destekçilerinin tarafsızlık noktasının ise aynı oranda sağa kayması demek. İki kampa da ideolojik bir meyli olmayan yazar, tarafsız olmayı ne kadar önemsese de söylemlerinin politikaya etkisini muhafaza etmek için AKP'nin daha da sağa kayan çizgisini takip edip iyice gerçekçilikten uzaklaşacaktır. Eğer aydının ulaştığı doğrular iki kampın savunduğu pozisyonların ortasında yer alıyorsa -ki kutuplaşmış bir toplumda aklı selim yazarların düşünceleri çoğu zaman her iki kampın söylemlerinden daha ılımlıdır- siyasi kutuplaşmanın yükselmesi sadece tarafsız kalmayı zorlaştırmayacak aynı zamanda daha fazla dezenformasyon yaratarak bu toplumun bireyleri olarak hangi kampta yer alırsak alalım doğrulara ulaşmamızı daha da zorlaştıracaktır. 

Son Söz:

Bu yazıda kutuplaşmış bir toplumda yazarların "objektif" kalmasının neden daha zor olduğunu açıklamaya çalıştım. Halkın büyük çoğunluğunun sadece ve sadece taraftarı oldukları yandaş medyayı takip ettiği kutuplaşmış bir toplumda medyada dile getirilen düşünceler giderek daha taraflı hale gelebiliyor. Buradan hareketle bir adım daha ileri gidip kutuplaşmanın zaman içinde nasıl evrildiğine dair bir teori geliştirebiliriz. Örneğin medyadaki kamplaşma arttıkça iki grubun tarafsızlık noktalarının (yukarıdaki O-noktaları) birbirinden daha da uzaklaşacağını düşünebiliriz. Bu uzaklaşma, yani artan kutuplaşma, medyanın aldığı pozisyona tekrar etki ederek fasit bir daire oluşturabilir. Yani mevcut kamplaşmanın ileride daha fazla kutuplaşmaya sebep olduğu bir kısır döngü.

Toplumsal ve siyasi kutuplaşmanın nasıl dizginlenebileceğini anlamak için önce sürecin nasıl işlediğini, nereden beslendiğini anlamalıyız. Yandaş medyaların söylemlerini ve halkın kafasındaki objektifliğe dair inançları birbirinden bağımsız değil, bilakis karşılıklı etkileşim halinde olan, birbirini besleyen iki süreç olarak düşünmek kanaatimce toplumsal kutuplaşmanın dinamiklerini daha iyi kavramamıza yardımcı olacak.


Thursday, May 24, 2012

Devletin Cinsiyetler Arası İlişkiye Bakışı Neye Delalet Ediyor?

Radikal'de yayımlanan Gençlik kampları harem-selamlık oldu! başlıklı haber hükümetin toplumdaki kız/kadın-erkek ilişkisine nasıl yaklaştığını, çoğunlukla dini inanışlardan temellenen ahlaki kodlamaların devletin bilinçaltına ne derece sirayet etmiş olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Çok benzer bir hadisenin yakın zamanda, Samsun'daki 19 Mayıs gençlik ve spor bayramı etkinlikleri sırasında bir erkekle kadının güreş tutması üzerine Samsun Valiliği'nin başlattığı incelemeyle kamuoyunun gündemine geldiğini de unutmamak lazım.

Peki kamplar neden harem-selamlık olarak ayrılıyor? İlk olarak akla gelen halkın önemli bir kısmının harem-selamlık bir uygulamayı tercih ediyor olabileceği. O zaman tamamen karma uygulama yapmak bu insanların bu ücretsiz hizmetten yararlanmalarını engelleyerek onlara haksızlık yapmak olabilir. Peki karma kamp dönemleri neden tamamen kaldırılıyor? Neden daha sınırlı sayıda da olsa karma kamp için kayıt alınmıyor? Aynı Milli Eğitim Bakanlığı'nın talebe göre Kürtçe, Lazca, Çerkezce dersleri açılacağını taahhüt etmesi gibi tespit edilecek talebe göre daha ufak çaplı da olsa kız-erkek karışık yaz kampları yapılamaz mıydı?

Yoksa varsayım haremlik selamlık uygulamanın çocukların bu kamplardan alacağı faydayı düşürmediği mi? Kampların amacı aynı zamanda çocukların birbirleriyle iletişim kurması, sosyalleşmesi, arkadaşlık bağları oluşturması değil mi? Çocukların karşı cinsle iletişim kurup kurmaması hiç mi önemli değil? Hadi onu da geçtim, geçmişte karma kamplara çocuklarını gönderen ailelerin haremlik-selamlık sistemine dönünce çocuklarını göndermekten cayacağı, ve bu tepkinin de mantıklı sebeplere dayanabileceği göz ardı mı ediliyor?

Muhafazakar ailelerin kendi inanışları ve ahlak anlayışlarına göre karma aktivitelerde bazı sakıncalar görebileceğini yadsımıyorum. Örneğin kız çocukların özellikle ergenlik çağındaki erkekler tarafından fiziksel tacize maruz kalma ihtimalleri olabilir. Veya çocuklarının karşı cinsle aralarında duygusal ve cinsel yakınlaşmalar aileleri rahatsız edebilir. Peki bunun çözümü karma kampları ortadan kaldırmak mıdır? Farzedelim hem karma hem de haremlik-selamlık kamp düzenlemeleri bir takım kısıtlar (bütçe, zaman, mekan) yüzünden mümkün değil. Bu durumda karma sistem yerine haremlik-selamlığı seçmek savunulabilir mi? Benim idealimdeki devlet bu tarz bir kararı meşruluğu savunulabilecek bir genel toplumsal fayda prensibine dayandırmak durumundadır. Ve o prensibin beslendiği gerekçe (örneğin "genel ahlakın" muhafazası veya çoğunluğun bu konudaki talebi) şayet devletin sağladığı diğer hizmetlere de uygulanabiliyorsa mutlaka uygulanmalıdır. Aksi taktirde devlet ya ayrımcılık yapmaktadır ya da kendisinden beklenen tutarlılığı göstermemektedir. Buradan hareketle diyorum ki devletin sağladığı ilk ve orta öğretim ve hatta yüksek öğretimde de haremlik-selamlık sınıf uygulamasına, ve hatta kızlara ve erkeklere ayrı okul binası uygulamasına gidelim. Yoksa muhafazakar vatandaşlarımızın ve devletimizin haremlik-selamlık yaz kampları konusunda ortaya koyduğu "haklı" gerekçeler iş çocuklarımızın haftada 5 gün gittiği ve saatler geçirdiği okul ortamına gelince bir anda geçersiz mi kalıyor?

Gençlik Hizmetleri Genel Müdürlüğü Gençlik kampları yetkilileri zaman zaman kamplarda kız-erkek ayrımı yapıldığını ve 6 yıldan bu yana ise kamp çalışmalarının karma olarak yapıldığını belirtmiş. Bu ifadeyi biraz irdelemek gerek. İfade çok açık olmasa da benim anladığım önceden kız ve erkekler aynı dönem kapsamında kamplara kabul ediliyor, ama zaman zaman kız ve erkekler kamp içindeki aktivitelere birbirlerinden ayrı katılıyormuş, zaman zaman da kamplar tam anlamıyla karma olarak yürütülüyormuş. Şimdi ise kampların kız ve erkek dönemleri olarak daha katı bir şekilde ayrılmasına karar verilmiş. Peki o zaman bu değişimin sebebi nedir? Eğer seçmenin bu konuda bir şikayeti vardıysa Genel Müdürlüğün bunu 6 yıl boyunca farketmemiş olması mümkün mü? Yoksa bunu hükümetin ve bürokrasideki kadroların artık gelecek olumsuz tepkilerden etkilenmeyecek veya bu tepkileri gözardı edecek gücü ve otoriteyi elde ettikleri şeklinde mi yorumlamalıyız?

Kararlarına temel aldığı prensiplerin sonuna kadar arkasında durmaya çalışan bir devletimiz olsaydı zamanla okullarda da cinsiyet temelli sınıf/bina ayrımına gidileceğini öngörebilirdik. Prensipsiz ve tutarsız bir devletimiz olmasına şükretmek için alın size bir neden. Neyseki devlet henüz izlediği politikaları başka alanlara (okullara, çocuk hastaneleri ve kliniklerine vs.) genişletmenin yol açacağı absürdlüğü, bunun yaratacağı toplumsal infiali göze alamamaktadır.

Neticede bu tarz uygulamaların münferit vakalar olmadığını AKP iktidarı geçmişteki benzer uygulamalarıyla veya bu uygulamaları başlatan bürokratlara göz yumarak birçok kere gösterdi. Önemli bir çoğunluğu muhafazakar bir toplumun iş başına getirdiği muhafazakar bir hükümetten harem-selamlık seçeneğini getirmesini ben de dahil birçoğumuz yadırgamamıştır herhalde. Fakat karma kampları seçme şansının kaldırılmasını sadece muhafazakarlıkla açıklamak mümkün değil. Bu noktada insanın aklına başka açıklamalar geliyor. Acaba karşımızda geçmiş hükümetlerin dindar/muhafazakar kesimin duyarlılıklarını tamamen hiçe saymasına tepki duyan ve bu tepkisini rövanşist politikalar ile gösteren bir iktidar mı var? Geçmişte maduriyet yaşamış kemik seçmen kitlesinin bu maduriyetini gidermenin ötesinde çoğulculuktan uzak bu politikalarla toplumun diğer kesimini mağdur etme yolunu seçmiş bir iktidardan bahsedebilir miyiz? AKP, uzun iktidarı süresince sadece kendinden önce hakim olan devlet zihniyetinden değil, sosyal ve kültürel olarak o zihniyetle ilişkilendirdiği vatandaşlarından da intikam almayı mı istemektedir? 

Monday, May 21, 2012

Korsan Taksiyle Mücadele Etmeli mi?

Bir önceki yazıda müzik sektöründe korsan dağıtımdan bahsetmiştim. Bu yazıda korsan taksi iyi midir kötü müdür, devlet korsan taksicileri ve/veya korsan taksiye binenleri cezalandırmalı mı, iktisat bu konuda nasıl bir perspektif sunabilir buna değineceğim. Herhangi bir iktisadi eyleme hırsızlık deyip demediğiniz, bu adlandırma iktisadi hayatı etkiliyorsa önemli olabilir. Ancak ben bu konuya girmeyeceğim [Zira Shelbyl'in ilk yazıma yaptığı yorumdan anlaşıldığı gibi onun yazısındaki asıl kasıt bazı aktivitelerin devlet tarafından hırsızlık olarak nitelenmesine rağmen benzer başka bir takım aktivitelerin bu şekilde nitelenmemesindeki çelişkiye/seçiciliğe dikkat çekmek]. Önemli olan bu eylemlerin ekonomiye olan genel etkisini incelemek. Çünkü devletin izlemesini isteyeceğimiz politika bu etkiye bağlı.

Şarkı, bilgisayar yazılımı, ilaç gibi ürünlerin aksine taksicilik son ürün açısından bakınca metadan ziyade her bir sefer için ayrı olarak para verdiğimiz bir hizmet. Doğası itibariyle para vermeyeni dışlamak gayet kolay (yani “non-excludable” değil). Bir taksi belirli bir zaman aralığında ancak sınırlı sayıda insana hizmet verebiliyor ve diğer müşteriler o zaman aralığında o taksiden faydalanamıyor. Ayrıca taksici her kilometre için benzin parası vermek durumunda. Yani iktisadi tabirle bu hizmete olan talepler birbirine rakip (rival good).

Dolayısıyla Shelbyl’in de belirttiği gibi bu piyasanın işleyişi müzik piyasasının işleyişinden farklı. Buradan hareketle Shelbyl birkaç soruyu gündeme getirmiş. Bu sorulara kendi cevaplarımı vererek konuyu açmaya çalışayım.

Soru: Örneğin X kişisi cebinde 10 lira ile bir yerden bir yere gitmek istesin, taksiyle pazarlık yapsın, taksi kabul etmesin, ve sonrasında korsan taksiye binsin. Bu durumda korsan taksi ve müşteri hırsızlık yapmış olur mu?

Cevap: Daha önce de belirttiğim gibi son kertede korsanı hırsızlık olarak niteleyip nitelemediğimiz işin semantik boyutu dışında çok da önemli değil. Belki devletin korsanla mücadelesindeki söylem açısından bir önemi olabilir. Yine de cevap vermek istersek, evet korsan taksi hırsızlık yapmış oluyor. Nedenine gelirsek: Öncelikle devletin tanımladığı mülkiyet haklarını verili almadan bir eylemin hırsızlık olup olmadığına karar veremeyeceğimizi görmeliyiz. Devlet sınırlı sayıda taksi plakasını kendi tespit ettiği fiyattan satarak yolcu taşıyıp kar etme hakkını dağıtmış. Önceki yazımın başında verdiğim özel mülkiyet tanımına göre korsan taksi, lisanslı taksiye ayrılmış kar etme hakkını çalıyor.

Asıl önemli soru devletin sınırlı sayıdaki taksi lisansını satma yetkisi olmalı mı? Lisans dağıtımının iki sonucu var. Birincisi devletin bu mesleği icra edenlerden vergi alıyor oluşu. İkincisi de taksi sayısını istediği ölçüde sınırlayabilmesi. Bunun amacı karbon emisyonlarının sebep olduğu hava kirliliğini ve oluşan trafiği sınırlamak ve ayrıca devletin vergi geliri ile yaptığı otoyollarının onarımını temin edebilmek olabilir. Lisans sayısının doğru tespit edildiğini iddia etmiyorum tabi ki. Örneğin on milyon nüfuslu bir kentte sadece yüz taksiye izin vermek yarardan çok zarar getirebilir. Hem de devlet taksimetre ücretlerini dikte ederek düşük tutabilse bile.

Neticede bireysel karı için olumsuz bir dışsallık yaratan bir hizmetten bahsediyoruz. Bu sebeple aslında oligopolistik bir yapı bile (ki taksi piyasası oligopolistik sayılmaz çünkü fiyatlama üzerinde taksicilerin tam yetkisi yok) verimlilik açısından tam rekabetçi bir piyasaya tercih edilebilir.  Ayrıca korsan yaygınlaştığı zaman lisanslı taksici de ertesi sene korsana dönmeyi seçebilir ki bu olumsuz dışsallıkları daha da büyütecektir. O yüzden prensipte vergilendirme toplumsal açıdan doğru bir politika. Bu hususta devlet müdahelesinden hiç haz etmeyen biri çıkıp ilk defa iktisatçı Ronald Coase'un işaret ettiği gibi
vergilendirme yerine mülkiyet haklarını çok kapsamlı bir şekilde tanımlayıp zarar gören vatandaş ile dışsallık yaratan taksicilerin pazarlık yapmasını önerebilir. Bu çözüm teoride daha verimli bir çözüm olabilirdi. Ama pratikte hiç de mümkün değil. Bu yüzden dolaylı veya doğrudan vergilendirme olmadıkça dışsallıktan zarar gören vatandaşları tazmin etmek mümkün değil. Yani taksi sayısını sınırlamak ve bu sektörü vergilendirmek faydalı bir devlet hizmeti. 

Sonuç olarak korsan taksi her bir vatandaşa azar azar ve dolaylı olarak zarar veriyor. Çünkü devlet vergi hedefini tutturmak zorundaysa daha kolay vergilendirilebilir sektörlere uyguladığı vergiyi artıracaktır. Veya vergi hedefini düşürüp hizmetlerde kısıntıya gidecektir. İlk durumda taksici aynı hizmet için vatandaşa zorla daha çok para harcatarak kontrata uyan diğer vatandaşları kendi çıkarı pahasına zarara sokmuş oluyor. İkinci durumda ise vatandaşın aynı miktar vergiye daha az hizmet almasına neden olacaktır.

Korsan taksi müşterisinin rolüne gelirsek bu müşteri sadece para verip plaka almış taksiye karşı yapılan hırsızlığı değil aynı zamanda vergi kaçırmayı da teşvik etmiş oluyor. Buradaki hırsızlık, kategorik olarak gayri-ahlakidir veya yanlıştır demek istemiyorum. Bu soruya cevap üretmek için hırsızlığı tanımlamanın yanında bu tanımdan çıkarak kendi içinde tutarlı bir ahlaki-felsefi eleştiri yapmak durumundayız. Toplanan vergiler illa doğru yerlere gidiyor da demiyorum. Bu mesele genel argümanı bağlayan bir şey değil ve korsan taksi konusundan bağımsız olarak değerlendirilmeli.

Soru: X kişisi 10 lirayı taksiye vermek yerine arkadaşına diyor ki "Abi ben sana 10 lira benzin parası vereyim, beni şuraya bırak." Bu durumda arkadaş korsan taksicilik faaliyeti yapmış olur mu?

Cevap: Eğer bu arkadaş bunu meslek haline getirmemişse, yani faaliyette bir devamlılıktan bahsedemiyorsak ve tanımadığı insanları oradan buraya taşımıyorsa, hırsızlık olmaz. Aksi taktirde kayıt altındaki taksici ile haksız rekabet halinde demektir. Yine bu koşullar altında vergi de kaçırıyor diyemeyiz. Zira araç kaskosunu yaptırmış, egzost emisyon vergisini vs. her halükarda veriyor ve bir taksici kadar yollarda gezip bu işten para kazanmıyor.
 
Toplumsal etkisi olumsuz olduğuna göre korsan taksiye karşı ne yapmalı? Bu noktada devletin ve taksicilerin korsanla en etkili nasıl mücadele edebileceği sorusunu sormak lazım. Korsan taksicilerin kendilerini gizlemesi çok kolay (Müşterinin aslında arkadaşı olduğunu iddia edebilir vs. Müşterinin bireysel çıkarı da bu yönde ifade vermek olduğuna göre devlet denetiminden kaçmak kolay). O yüzden ne müşteriye ne de korsan taksiciye yüksek ceza tehtidi caydırıcı olur gibi gelmiyor bana. Pozitif politikalar daha iyi sonuç verebilir. Vatandaşı ikna kampanyaları, ihbar karşılığı ödüllendirme ve lisanslı taksicilerin şüphelendikleri korsan taksiler hakkında delil toplamaya çalışması belki kısmı bir çözüm olabilir. Şoför lobisini daha düşük fiyatlamaya ikna etmek de hem lisanslı taksinin karına hem de tüketicinin faydasına olabilir.

Korsan Müzik Hırsızlık mıdır? İyi midir Hoş mudur?

Shelbyl Korsan ve Hırsızlık başlıklı yazısında özel mülkiyet ve hırsızlık konusuna iki örnek üzerinden değiniyor: Korsan müzik ve korsan taksicilik. Fakat ortaya koyduğu analiz biraz problemli ve kendisinin de belirttiği gibi biraz da eksik. Bu yazı ve onu takip edecek ikinci bir yazı ile hem bu problemlere değinmek hem de konu açılmışken biraz daha geniş bir iktisadi bakış açısı sunmak istiyorum. Tabiki iktisatçıların bu konular üzerine çokça kafa yorduğu için yazacaklarımın çoğu bana ait orjinal tespitler değil. Amacım bu tespitleri iktisatçı olmayanların daha rahat anlayabileceği şekilde açıklamak.


Meseleyi önce ikiye ayıralım. Birincisi özel mülkiyetin ve hırsızlığın tanımı meselesi. İkincisi de korsanın/hırsızlığın toplumsal sonuçları ve müzik piyasasının (ve onunla benzeşen yani entellektüel içeriği yoğun ürün piyasalarının) nasıl regüle edileceği meselesi. Taksi hizmeti meselesi ise diğer yazımın konusu olacak.


1. Tanım Sorunu


Shelbyl’in yazısındaki en büyük problem özel mülkiyetin ve hırsızlığın çok dar bir şekilde tanımlamasından kaynaklanıyor. Özel mülkiyet sadece kullanım veya tüketim hakkının bireye ait olma durumunu değil, aynı zamanda üreticinin ürünü veya ürünün dağıtım haklarını satma tekelini de kapsıyor. Bu yüzden de yazar yanıltıcı bir şekilde hırsızlığı mal sahibinin o malı kullanım hakkının gaspı gibi dar bir tanıma sınırlıyor. Özel mülkiyeti toplumsal fayda açısından savunanların argümanı, sadece kullanım hakkının gasbının kötü sonuçlar (Örnek: “Eğer çalışarak satın aldığım  veya inşa ettiğim eve biri çıkıp zorla el koyacaksa çalışıp üretmemin anlamı yok”) doğurması değil. Mesele aynı zamanda kullanım hakkını satma hakkının gasbı (Örnek: “Evimi emlak piyasası yükseldiğinde onu bana nazaran daha çok değerleyen birine satamayacaksam daha küçük bir ev inşa ederim” veya “Evime yüksek değer biçen müşteri buna rağmen mevcut evine razı olmak durumunda kalır”).


Özel mülkiyetin ne olduğu hakkındaki kavram kargaşasını giderdiğimizde piyasaya korsan müzik sürenlere hırsız diyebiliyoruz. Sanatçıdan veya ona para ödeyerek dağıtım haklarını satın alan plak şirketinden çalınan şey söz konusu ürünün kullanım haklarını satma hakkı. Yani emek ve sermaye harcayarak ortaya çıkarılan maldan kar etme hakkının çalınması söz konusu. Burada hırsız ürünü para verip bile alsa ürünü kopyalayıp paylaştığında (dikkat edin illa para karşılığı ürünü satması gerekmiyor) üreticinin o üründen kar etme hakkını, ve dolayısıyla özel mülkiyet hakkını ihlal etmiş oluyor. House M.D. dizisini kaydedip Youtube’a koyarsan bu tanım itibariyle hırsızlık olur. Sen doğrudan bu dağıtımdan kar etmesen bile. Bu ikincisi bir nevi Robinhood’luk oluyor. Radyodan teybe müzik çekmek veya televizyonda bir programı kaydetmek ise onu alıp dağıtmadığınız sürece hırsızlık değil, ama hırsızları teşvik oluyor. Aynı çocuk emeği kullanan spor ayakkabı firmasından bu gerçeği bile bile ayakkabı aldığımızda Çin’deki taşeron firmayı ve ucuz diye onu seçen ayakkabı firmasını daha çok çocuk işçi kullanmaya teşvik etmek gibi.


Özel mülkiyeti ihlal etmenin ne kadar kolay olduğu hangi üründen bahsettiğimize göre değişir. Entellektüel ürünleri izinsiz çoğaltıp dağıtmak (kısaca korsan piyasa yaratmak) daha kolay, özellikle de internet üzerinden yapılıyorsa. Bu tamamen ürünün doğasından kaynaklanıyor. Bir diğer değişle bireylerin kullanımını kontrol etmenin zor olduğu (non-excludable) ürünlerden bahsediyoruz. Bu özellik çoğaltımın, yani replikasyonun kolaylığından kaynaklanıyor. Çünkü bunun için korsancıların ürünü deşifre etmeye yani nasıl yapıldığını çözmeye ihtiyacı yok. Dolayısıyla Microsoft, Windows işletim sisteminin yeni sürümünü piyasaya sunarken birçok potansiyel tüketicinin para vermeden bu ürünün korsan kopyalarından faydalanabileceğini göze almak durumunda. Bu gerçek hem ürün fiyatlamasını hem de ürün arzını etkiliyor. Örneğin firma ilk alıcı dışında herkesin ürünü kaçak olarak temin edeceğini bekliyorsa ya o kadar AR-GE yatırımına girerek o ürünü üretmez veya üretse bile astronomik bir fiyata satması gerekir.  Yani hariç tutulamayan (non-excludable) ürünlerin sunulduğu piyasalarda üreticinin arzı artırma veya fiyatı düşürme motivasyonu oldukça düşük olabilir. Bu tespite yazının ikinci kısmında tekrar döneceğiz.


2. Bilgi Yoğun Ürün Piyasalarında Korsan Üretimin Toplumsal Sonuçları


Toplumsal fayda soyut bir kavram ve bu kavramdan ne anlamamız gerektiği kaçınılmaz olarak tartışmaya açık bir konu. Biraz yol katedebilmek adına iktisatçıların kullandığı standart tanımlardan birini ölçü alıp toplumsal faydayı bireylerin tükettikleri ürünlerden aldıkları mutluluğun toplamı olarak kabul edeceğim.  Buradaki dolaylı varsayım toplumsal faydanın pastanın nasıl bölüştürüldüğünden bağımsız olduğu. Eğer bu gerçek dışı varsayımı yapmak istemezsek, alternatif olarak, pastayı olabildiğince büyüttükten sonra en ideal dağılımı gerçekleştirebilecek transfer mekanizmalarının mevcut olduğunu (örneğin devletin istediği miktarı senden alıp bana verebildiğini) ve bu mekanizmaların varlığının pastanın boyutunu etkilemeyeceğini kabul edebiliriz.


Şimdi meseleye geri dönersek önce korsanın kar potansiyelini eriterek üreticiye zarar verdiğini kabul etmeliyiz. Peki korsan piyasa toplumsal açıdan da kötü bir şey olmak zorunda mı? Buna cevap ararken bir kez daha ürünlerin doğasına dönmek gerekiyor.


Metaları tüketici için içerdiği değere ve üreticinin kullandığı girdinin doğasına göre iki sınıfa ayırabiliriz. Bir tarafta ekmek, çekiç, araba gibi üretiminde fiziki girdilerin oranının yüksek olduğu ve tüketim değeri büyük oranda fiziki işlevselliğinden ve faydasından kaynaklanan metalar var. Diğer tarafta ise müzik albümü, resim, bilgisayar programı gibi üretiminde entellektüel emeğin daha çok rol oynadığı ve tüketim değerini büyük oranda sanatsal veya bilgisel içeriğinden alan metalar var. Bu kategorideki ürünlerin en önemli özelliği bir kere üretildiklerinde tüketilerek azaltılamaz oluşları. Shelbyl’in verdiği korsan müzik örneğinden gidersek Ahmet'in internetten Radiohead'in son albümünü indirmesi, Mehmet'in o albümü indirip dinlemesini zorlaştırmıyor. Fakat bu, yazarın iddia ettiğinin aksine internet ortamında MP3 olarak sunulan albümün hariç tutulamaz (non-excludable) olmasından değil –ki bu özelliği daha önce tanımlamıştık- Ahmet'in bu ürüne olan talebi ile Mehmet'in talebinin birbirine rakip olmamasından kaynaklanıyor. Örneğin bir ekmeğin yarısını yediğinizde diğer arkadaşınıza sadece yarım ekmek kalıyor ama bir ders kitabının ilk bölümünü okuyan arkadaşınız kitabı size ödünç verdiğinde siz de aynı bölümü okuyabiliyorsunuz. Bu tarz ürünler iktisatçılar tarafından "non-rival" olarak adlandırılıyor. Tam da bu yüzden bu gibi ürünlere tüketicinin biçtiği birim değer, yani o birimden elde ettiği fayda, aynı birimin toplumun geneli için ifade ettiği faydanın çok altında kalabiliyor.


Buradan hareketle herkesin ucuza satın alabildiği korsan müzik albümleri aslında toplum için iyi sonucuna varabilirdik. Ancak hatırlarsanız bu ürünler aynı zamanda para ödemeyenleri kullanımdan kolay kolay dışlayamadığınız (non-excludable) ürünler. Dolayısıyla korsan piyasanın önlenemediği bir serbest piyasa ekonomisinde özel işletmeler bu ürünleri toplumsal faydayı ençoklayacak miktarın altında üretmeyi seçeceklerdir. Çünkü üretim sonucu yarattıkları toplumsal katma değer giderek artsada firmalar bu üretimden doğan faydanın çok ufak bir kısmını kar olarak ellerinde tutabildiklerinden AR-GE yapıp sonra da zarara girmek istemeyecektir.


3. Son tespitler


Bu analizden çıkan sonuç korsanın toplumsal faydaya etkisinin teorik açıdan pek de net olmadığı. Bir sefer AR-GE’si yapılıp piyasaya sunulan bir yazılım veya ilacın çoğaltım ve dağıtımı çok ucuz olduğu ve toplumsal fayda çarpanı yüksek olduğu için olabildiğince çok insana ulaşması arzulanırken, üreticinin telif veya patent hakları korunamadığı sürece yüksek AR-GE isteyen kaliteli yazılımların ve faydalı ilaçların arzının zamanla düşeceği de bir gerçek. Televizyonda orada burada karşımıza çıkan yaygın söylem aslında bir ölçüde doğru. Gerçekten de tüketici olarak korsan müzik alarak korsanı teşvik edersek daha kaliteli albümlerden mahrum kalmamız mümkün. Normatif bir çıkarım yapacak olursak, bilgi yoğun ürünlerin makul patent veya telif hakkı süreleri olmalı. Ama bu süreler bizi Beethoven’in 9. Senfonisini parayla indirmek zorunda bırakmamalı. Patent süresi dolunca her isteyen bir albümü rahatça dağıtabilecek ve böylece sadece korsan aktiviteleri göze alabilen ufak bir azınlık değil herkes eşit derecede bedava ve kaliteli müzik dinleyebilecek.


Tabi ne devlet ne de üreticiler korsanı engellemeye muktedir olmayabilir. O zaman ideale en yakın ama uygulanabilir alternatiflere yönelmek gerekecektir. Zaten hali hazırda olan da bu. Bir yandan internet teknolojisinin ilerlemesi diğer yandan da albüm yapmanın maaliyetini düşüren diğer teknolojik gelişmeler sanatçıları ve plak şirketlerini farklı stratejilere itiyor. Öncelikle sektör albüm satışlarından ziyade giderek daha yüksek oranda turne ve reklam gelirlerinden para kazanıyor. Bununla birlikte internetin entellektüel ürün çeşitliliğini ve sanatçılar arası rekabeti artırması ile İnterneti ürün satışından ziyade ürün promosyonu olarak kullanma stratejisi benimsendi. Radiohead'in albümünü prensipte bedava sunması gibi. Tabi entellektüel ürünler arasında da farklar yok değil. Örneğin aynı grubun iki farklı konserine gitmek anlamlıyken aynı filmi sinemada iki kez izlemek pek de tercih ettiğimiz bir şey değil. Sinemada izlenen filmden alınan keyif evde izlenen filme göre artık çok fazla olmasa da konsere gidip bir grubu canlı izlemenenin, o kalabalığın içinde olmanın keyfi çok farklı. Neyse lafı daha fazla uzatmayalım. Neticede bu konu oldukça geniş bir spektrumdan irdelenebilir.


Bir sonraki yazıda korsan taksi meselesine değineceğim. Zira Shelbyl’in de ifade ettiği gibi taksicilik hizmeti farklı bir yapıya sahip ve korsan taksinin hırsızlık olup olmadığı ve toplumsal etkisi ayrı bir analiz gerektiriyor.

Tuesday, May 1, 2012

Reklam harcamaları üzerine

Firmaların yaptıkları ürün reklamlarını iktisadi olarak birkaç şekilde açıklayabiliriz:

(1) Tüketicilerin gözünde rekabet halindeki ürünlerin kaliteleri hakkında bir belirsizlik varsa yüksek reklam harcamaları (fiyatın yanısıra) yüksek kaliteli firmanın kendini düşük kaliteli firmadan ayırmasını sağlayabilir. Bu yaklaşım altında reklamın gözlenebilen ve firmaların karına etki eden herhangi bir sinyalden (örneğin para yakmak) farkı yok.

(2) Reklamlar ürün hakkında tüketiciye daha fazla bilgi sunarak talebi etkilemeye çalışabilir.

(3) Reklamlar tüketiciyi ürün hakkında yanıltarak talebi etkileme amacını güdebilir.

Muhtemelen pratikte reklamın her üç unsuru da işlevsel. Ancak firmaların hem fiyatta hem de reklamda rekabet ettiğini düşünürsek kendimize şu soruyu sorabiliriz: Ürün kalitesi hakkında fiyatın açık etmediği ne gibi bir bilgi olabilir?

Aynı reklam harcamasını yapan iki firma farklı fiyatlama yaptığında rasyonel tüketici hangi ürünün daha kaliteli olduğunu anlayacaktır. Örneğin, eğer aynı şekilde fiyatlama yapan iki firma farklı reklam harcamaları yapıyorsa bu da daha kaliteli ürünün hangi firma tarafından satıldığını açık edecektir. Birim maliyetlerin her firma için aynı olduğu bir dünyada bu senaryo altında daha düşük fiyatlama yapan firmanın daha kaliteli ürün sattığını söyleyebilir miyiz? Düşük fiyat kalite aynı olarak algılandığı taktirde daha yüksek talep demek. Toplam gelir bu şartlar altında fiyatın yüksekliğine bağlı olarak düşük fiyat veren firma için daha yüksek de olabilir daha düşük de. Reklam masraflarının aynı olduğunu düşünürsek, eğer toplam gelir düşük fiyatlama yapan firma için daha yüksekse tüketiciler bu firmanın düşük kaliteli olduğu çıkarımını yapıp bu firmanın ürününe olan taleplerini kısmen yüksek fiyatlama yapan firmaya kaydıracaklardır. Aksi taktirde öbür firmadan daha yüksek fiyatlama yapmayı anlamlı bulmayacaktır. Eğer toplam gelir düşük fiyatlama yapan firma için daha düşükse tam tersi senaryo geçerli olacak ve müşteriler düşük fiyatlama yapan firmanın daha kaliteli ürün sattığına inanacaklardır. Bu bu inanç dengede doğrulanacaktır. Dengede reklam harcamaları ne olacaktır? Reklamın bir maliyeti olduğuna göre eğer tüketiciler ürün kalitelerini tam olarak biliyorsa ne yüksek kaliteli firma ne de düşük kaliteli firma bu tür bir denge altında reklam harcaması yapmayacaktır.

Farklı reklam harcaması yapan iki firma aynı fiyatı istediğinde ise şöyle düşünmemiz gerekir. Eğer tüketiciler kaliteyi aynı olarak algılasalardı, az reklam yapan firmanın karı daha yüksek olacaktı. Bu yüzden tüketicinin inancı az reklam yapan firmanın düşük kaliteli olduğu yönünde olmadığı ve çok reklam yapan firmanın ürününe daha çok talep göstermediği taktirde yüksek kaliteli firma için çok reklam yapmak anlamlı olmayacaktır. Dolayısıyla tüketicinin inançlarının değişmesi gerekecektir. Bu yüzden bu tarz bir fiyat-reklam profilinin denge olabilmesi için yüksek kaliteli firmanın daha çok reklam yapması gerekmekte. Eğer tüketici firmalar farklı strateji izlediği anda her iki firmanın da kalitesini net olarak bilebiliyorlarsa düşük kaliteli firma hiç reklam yapmayacaktır zira ne yaparsa yapsın bu talebi etkilemeyecektir.

Bir de tabi firmaların hem fiyat hem de reklam miktarı açısından birbirinden ayrışması mümkün. Bu durumda yüksek kaliteli firmanın talebi düşürücü yüksek fiyat ile talebi artırıtıcı yüksek reklam yaptığı ve düşük kaliteli firmanın da düşük fiyat düşük reklam seçtiği dengeler olabilir. Tabi düşük reklam yapan düşük kaliteli firmanın yine daha önce değindiğim gibi tüketicinin kalite hakkındaki çıkarım kabiliyetine göre pozitif miktarda reklam yapması da mümkün hiç reklam yapmaması da.

Daha önce de değindiğim gibi, tüm bu analiz tüketicinin bu iki ürünün kalitesinin ne kadar yüksek olduğunu ve aradaki kalite farkının tam olarak ne olduğunu bildiği anlamına gelmiyor. Neticede firmaları ayrıştıran (firmaların farklı stratejiler izlediği) dengeler kümesinde fiyat farkının ve/ya reklam miktarındaki farkın kalite farkı ve miktarları konusunda tam olarak bilgilendirici olması şart değil. Bu gerçek bizi manipülatif reklamın etkili olabileceği sonucuna götürüyor.Ancak bu noktada cevaplanması gereken soru şu:

Ayrıştırıcı denge bir tane mi yoksa birden fazla mı? Eğer bir tane ise bu dengede pozitif reklam yapan yüksek kaliteli firma reklam miktarını neye göre belirliyor? Öncelikle diğer firmanın sadece kendisini taklit etme isteğini yok edecek kadar reklam yapması optimal mi? Stratejilerdeki ayrışmaya rağmen kalitenin belirsizliğini koruduğu bir ortamda, eğer reklam miktarı müşterilerin inançlarını talep artışına sebep olacak şekilde etkileyebiliyorsa bu "minimal reklam" stratejisi optimal olmayabilir. Peki yüksek reklam harcaması hakikaten kalite konusunda müşteriyi ikna edebilir mi? Müşteriler ek reklamın ek masraf olduğunu bildiğine göre yüksek kaliteli firmanın rasyonel hareket ettiğini düşünen tüketici reklam harcamalarındaki artışa cevap verecektir.


Sunday, April 29, 2012

Optimization vs. Heuristic: Is less more?

Below I share the video of a talk by Gerd Gigerenzer on how people actually make decisions in an uncertain world. He underlines the important distinction between decision making under "uncertainty" (when individuals do not know the probability distributions that underlie outcomes of interest) and decision making under "risk" (where the process generating the outcomes is not deterministic but people know the random process governing these outcomes).  


The bottom line of the talk is that the best strategy for a person deciding under risk (for example when you gamble in the casino where you know the odds of being dealt a given combination of playing cards) is not necessarily the best strategy in a world of uncertainty (for example when you make a portfolio allocation). He does not criticize the assumption that individuals act rationally. Instead he makes the point that in an uncertain world rational decision making often times utilizes heuristic (or intuitive) strategies guided by fewer variables that are directly observable instead of complicated models with many variables which are not directly observable. Having observed an individual's behavior, economists tend to interpret this behavior AS IF it is the result of  optimization by an individual with full (or bounded) rationality who is guided by a complicated decision model subject to certain limitations on her mental capacity and imperfect information about the parameters of that model. He argues that heuristic models are what rational agents do and should follow given informational constraints and time limitations. Therefore, as Gigerenzer argues, the predictions we make about future behavior and outcomes can be quite sensitive to which of the two models (heuristic decision or optimization) we assume people follow.

While these points are  probably (or rather hopefully) well-taken by many economists, we currently lack a satisfactory framework to model heuristic decision making processes. The issue is further complicated by the fact that such a modelling approach needs to allow for the circumstantial nature of heuristic thinking. In other words, we need to think about the decision maker as having a toolbox of models, rather than a single model, to choose from depending on the nature of the problem at hand and the feasibility constraints she faces. In this sense it will surely be harder to discipline our formal analyses of decision making so as to agree with other economists on the basic modelling principles. It may take a while for economists to switch from the current modelling approaches as they are convenient and more importantly widely accepted.

Many times we don't care how the decision has actually reasoned when he made a decision with the excuse that we don't get to witness her thought-process anyway. However, we increasingly have greater access to behavioral and psychological clues that are suggestive of the intermediate steps she has followed to reach a given conclusion. Evidence on these intermediate steps should be checked against what outright optimization and different heuristics would suggest. 

Yoksulluğun İktisadı - Giriş

Şu vakte kadar kalkınma iktisadına hep makro bir çerçeveden bakmakla yetinmiş, özellikle yoksulluk konusunda mikro-iktisadi literatüre ucundan bile girmemiştim. Bir süredir elimden düşüremediğim bir kitap sayesinde yoksulluğun sebepleri hakkında ve yoksullukla mücadelede belli başlı kalkınma iktisatçılarının önerilerinin ne olduğu konusunda biraz da olsa fikir edinme şansım oldu.

Kitabın adı Poor Economics: A radical rethinking of the way to fight poverty (Yoksulluğun İktisadı: küresel yoksullukla savaş üzerine yeniden düşünmek). Kitabın yazarları MIT'den Abhijit V. Banerjee ve Esther Duflo. Uzun bir süredir yoksulluğun en yaygın olduğu ülkelerde saha çalışmaları yapan bu iki ekonomist 2003 yılında Poverty Action Laboratuarını kuruyorlar. Sonradan Abdül Latif Jameel Poverty Action (J-PAL) adını alan bu laboratuar 2010 yılına kadar geçen yaklaşık 7 senelik süre zarfında 40 ülkede toplam 240 rastlantısallaştırılmış kontrollü deney (randomized controlled trial) --kısaca RKD-- gerçekleştiriyor. Bu deneylerde araştırmacılar deneyin hedef kitlesini "tedavi" ve "kontrol" olarak rastgele seçilmiş iki ayrı gruba ayırıp tedavi grubuna müdahelede bulunurken kontrol grubuna müdahelede bulunmayarak söz konusu müdahelenin etkilemesini bekledikleri sonuçlar açısından iki grubu kıyaslama yoluna gidiyorlar. Örneğin bağırsağı parazit kurtçuklardan temizleyen hapların (de-worming pill) Kenya'da farklı köylerde yaşayan yoksul ailelerin okul çağındaki çocuklarına farklı zamanlarda sağlanması yoluyla bu tarz br müdahelenin okula devamsızlık üzerindeki etkisi incelenebiliyor. Bu tarz kıyaslamalar belirli şartlar altında müdahele ile sonuçlar arasında nasıl bir nedensel ilişki olduğuna dair bilgi sağlıyor. Tedavi (veya müdahele) grubu ve kontrol grubu arasındaki bu karşılaştırma kendi başına müdahele ile gözlenen sonuçlar arasındaki nedenselliğin hangi mekanizmalar yoluyla ortaya çıktığına dair kati bir fikir vermese de farklı nedensellik ilişkilerine dayanan farklı teorilerin geçerliliğini test etmek için ve bulgular ışığında mevcut teorileri değiştirmek veya geliştirebilmek için bir rehber oluyor.

Poor Economics yoksulluk tartışmasında birbirine zıt iki yaklaşımdan bahsederek açılıyor: Jeffrey Sachs'ın başını çektiği ilk yaklaşım az gelişmişliğin önemli ölçüde bir takım değiştirilemez faktörler (makro- ve mikro-coğrafi özelliklerin, iklim, doğal kaynaklar ve sömürgecilik, köle ticareti gibi geçmişteki travmatik olayların bugüne kadar süren etkileri) tarafından belirlendiğini ve bu faktörlerin az gelişmiş toplumları yoksulluk kıskacına hapsettiğini savunuyor. Bu fikre göre kalkınma sürecinde birden fazla denge mevcut; ve yoksulluk dengesinde kısılmış bir ülke için dış yardımlar o toplumun ve onu teşkil eden bireylerin bu dengenin çekim gücünden sıyrılmasını sağlayacak itici güç (big push) işlevini görüyor. Bu fikrin arkasındaki temel dayanak bu toplumların birçok zaman kendi iç dinamikleri ile yoksulluk kapanından kurtulamayacağı kabulü. Basitçe ifade etmek gerekirse yoksulluk kıskacı (poverty trap) t anındaki gelirle t+1 anındaki gelir arasında biçim olarak S harfini andıran bir ilişkinin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Düşük gelir seviyesinde ilişki pozitif ama oldukça yayvan, orta gelir seviyesinde t anındaki gelir artışı t+1 periyodunda çok daha belirgin bir pozitif etki yapıyor. Gelir seviyesi daha da yükseldikçe bu pozitif ilişki tekrardan zayıflıyor, yani düzleşiyor. Sonuç olarak belirli bir gelirin altındaki bireylerin (ve/ya ülkeler) gelirlerindeki artış yeterince büyük olmadıkça yoksulluktan daimi olarak kurtulmaları mümkün olmuyor. Bu yüzden yoksulluk dengesine takılı kalmış ülkelere dışarıdan yapılacak yardımlar bu ülkelerin daha yüksek gelirli kalkınma dengesine ulaşmasında önemli bir rol oynuyor.  

İkinci yaklaşım ise yoksulluğun az gelişmişliğin getirdiği kaçınılmaz ama geçici bir aşama olduğunu savunuyor. William Easterly ve Dambisa Moyo'nun başını çektiği bu yaklaşıma göre yoksulluk kıskacı diye bir şey yok, o yüzden yardımların sağlayacağı bir "big push" en iyi ihtimalle ülkelerin kalkınma hızını --o da geçici olarak-- artırabilir ama uzun vadede kalkınma seviyelerine olumlu bir etki yapamaz. Dahası bu görüşü savunanlar dış yardımların kalkınmakta olan az gelişmiş ülkelere faydadan çok zarar getirdiğini düşünüyor. Demokratik siyasetin eksik olduğu, kurumsal altyapının zayıf ve yolsuzluğun yaygın olduğu bu ülkelerde doğrudan yardımların karar alıcıların çıkarlarını olumsuz yönde değiştirdiğini, yerel ve uluslararası yardım kurumlarının meseleye varoluşsal kaygılarla yaklaştıkları için çözüm üretmekten çok çözümün önünde engel teşkil eden endüstriler haline geldiğini savunuyor. "Yoksulları yalnız bırakın, sadece kurumsal dönüşüme destek verin ve iktisadi bireyler kendileri için en iyi olanı yapacaklardır" diye özetleyebileceğimiz bu zihniyet özel mülkiyetin korunduğu iyi işleyen bir piyasa mekanizmasının, doğrudan müdaheleden daha etkili olduğunu öne sürüyor.

Yazarlar yoksulluğun belli başlı sebeplerine farklı başlıklar altında değinirken mercek altına aldıkları meseleleri hep bu iki karşıt yaklaşım ekseninde değerlendirip ampirik bulguların hangi alanda hangi görüşü daha çok desteklediğini ortaya koymaya çalışıyor. Kitap genel olarak pratiğin çoğu zaman bu teorik ikiliğin ima ettiği kadar siyah-beyaz olmadığını, doğru cevabın yoksulluğun hangi sebebini ele aldığımıza göre ve tartışmanın hangi boyutuna odaklandığımıza bağlı olarak değiştiğini gösteriyor. 

Kitabın ilk kısmında Duflo ve Banerjee hane halkı bireylerinin yoksulluktan kurtulabilmelerinin önündeki engellere mikro ölçekteki kararlar penceresinden bakıyor. Sırayla açlık/beslenme, sağlık, eğitim meselelerinin rolünü tartışan kitap, ardından üreme oranı, nüfus artışı ve hane halkı sayısını belirliyeci faktörler ve bunların yoksulluk için ne ifade ettiğinden bahsediyor. Kitabın ikinci kısmı kurumsal faktörlere ayrılmış. Bu kısımda yoksulların karşılaştığı belirsizlik ve risklerin önemi ve bu bağlamda risk yönetiminde sigortaların oynaması gereken rol irdeleniyor. Ardından mikro-finansman hareketinin yoksullukla mücadeledeki pozitif rolüne ve kısıtlarına dair oldukça soğuk kanlı ve objektif bir değerlendirme sunuyor. Bu meseleyle ilişkili olarak neden yoksulların çoğu zaman kendilerini yoksulluk kıskacından çıkaracak kadar tasarruf yap(a)madıklarını sorgulayan yazarlar bu hususta psikolojik bariyerlerin ve özellikle de oto-kontrol sorunlarına vurgu yapıyor. Yoksulluktan kurtulma konusunda bireylerin girişimcilik potansiyellerini yeteri kadar kullanamamalarının kurumsal sebeplerine değinen kitap, düşük karlılık konusunda ölçek ekonomisinin rolüne, ve yoksul kesimin kurduğu işlerin küçüklüğü ve kısa vadeliliğinin çözülmesi gereken önemli sorunlar olduğuna değiniyor. Ayrıca ne gibi teşvik mekanizmalarının ise yarayabileceği üzerine ipuçları sunuyor. Kitabın son kısmında soruna biraz daha makro bir pencereden bakarak siyasal-iktisadi bir bakış sunan yazarlar alçak gönüllü ve ayağı yere basan bir çözümleme ile tartışmalarını sonlandırıyor.

Bu yazı dizisinde kitabın tartıştığı çalışmalardan örnekler de vererek Banerjee ve Duflo'nun yoksulluk sorununa nasıl yaklaştıklarını farklı başlıklar altında irdeleyeceğim. Yer yer kendi soru ve yorumlarımla bu önemli çalışmanın önemli bulduğum noktalarına kısaca değinmeye çalışacağım. Herkese iyi okumalar.

Not: Guardian'da Poor Economics'in yazarlarından Abhijit Banerjee ile kitap hakkında yapılmış röportajı buradan okuyabilirsiniz.